“L’immensità”, Türkçe adıyla “Uçsuz Bucaksız” film incelemesi

Yapımcılığını Emanuele Crialese’nin üstlendiği “L’immensità”, Türkçe adıyla “Uçsuz Bucaksız” filminde 70’lerin Roma’sındaki üç çocuklu bir ailenin yaşamına şahitlik ederiz. Bu şahitlik boyunca aileyle ve toplumla sahip olduğumuz görünmez bağları ve bu ilişkinin getirdiği dinamikleri sorgulama imkanı buluruz. Venedik Film Festivali’ne aday olan bu yarı otobiyografik filmde, Crialese’nin çocukluğuna dair izler görürüz. Özellikle de evin büyük kızı olan Adriana karakteriyle…

Film, yetişkinlerin siyah-beyaz dünyasında renklerini korumaya çalışan Adriana ve annesi Clara etrafında şekillenir. Filmin ilk sahnesi, evin en büyük çocuğu olan Adriana, nam-ı diğer André ile başlar. Adriana, evlerinin çanak antenlerle dolu çatısında göğe bakarak; “Bana bir sinyal gönder. Bir işaret…” diye haykırır. Yeryüzündeki babasıyla kuramadığı iletişimi göklerdeki babasıyla kurmak istercesine yalvarır. Kardeşleri Diana ve Gino da o esnada çatıdaki su havuzunda oynamaktadırlar. Kafası ve gövdesi birbirinden ayrılmış oyuncak bebek parçalarının su üzerinde yüzdüğünü görürüz. Bu sahnede aslında filmde dikkat çekilmek istenen beden ve kimlik algısına dikkat çekilmektedir.

Ardından anneleri Clara’nın yüzü ve özellikle gözleri yakın çekim alınır. Bu sayede de kimlik ve beden algısında dış dünyanın etkisine vurgu yapılır. Sartre’ın da dediği gibi; “Cehennem başkalarıdır.” Son olarak, dans ederek sofrayı hazırlayan anne ve çocukları, hayatın ve varoluşun getirdiği bu karmaşık yapılanmalara adeta ritimleriyle kafa tutarlar. Nitekim hayata ritimleriyle renk getiren Clara, kızı Adriana ve dansları, filmin diğer sahnelerinde de karşımıza çıkacaktır. Naçizane bir izleyici yorumu olarak bence Crialese, film boyunca vurgulamak istediği kavramları ilk sahnelerde seyirciye hissettirmiştir. Bu sayede seyirci, ilk sahnelerde vurgulanan kavramları film boyunca sorgulama imkanı bulur.

Uçsuz Bucaksız L’immensità

Adriana’nın kendi beden algısındaki çatışmalar sürerken, bu karmaşanın ona ne kadar ağır geldiğini anladığımız bir diğer sahne de İsa’nın bedenini sembolize eden ekmeği yediği sahnedir. Evlerinin çatısına çıkıp, okulun minik şapelinden aldığı ekmeği yiyen Adriana, fenalaşır ve bilincini kaybeder. Daha sonra gözlerini açtığında kendisini yatakta bulur. Muayene için eve gelen doktor, ona adını sorar. Annesi, “Adriana” diye lafa atılır. Öfkeyle karşı çıkar Adriana; “Hayır, André” diye düzeltir. Doktor kontrolünden sonra annesiyle Andrea’nın arasında geçen diyalog ise şu şekildedir: “Benim üzerimde bir mucizeye ihtiyacım var. Sanırım ben bu gezegene ait değilim” der Adriana.

Baş karakterimiz ne Adriana ne de Andre’dir. Bu arafta olma hali, karakterimizde içsel çatışmalara sebep olmaktadır. “Ne güzel bir hanım olmuşsun” der büyük annesi. “Çok şükür henüz değil” der Adriana. Tıpkı kardeşlerinin bebeklerle su havuzunda oynadığı sahnede olduğu gibi, okuldaki biyoloji dersinde hücre çekirdeğini mikroskopla inceledikleri sahnede de “ben” ve “öteki” kavramlarına vurgu yapılır. Dış dünya ve bizi o dünyadan koruyan çeperlerimiz… Adriana’nın öğretmenine sorduğu soru da manidardır: “Hangisi daha önemli? İçimizde ne olduğu mu yoksa dışımızda mı?”

Bir yanda hayatı kurallar içinde yaşayan baba Félice, diğer yanda toplum baskısını ve normlarını reddeden anne Clara… Babaları Félice için “doğru” olmaktan başka bir varoluş yoktur. Genelde öfkeli davranışlar içinde olan sert mizaçlı Félice, ailedeki herkesin normal olması için çaba sarf eder. Örneğin, bir akşam yemeği sahnesinde küçük kızı Diana’yı, yediği şeyleri merak edip onlar hakkında soru sorduğu için azarlar ve tabağındakilere referans yaparak “Ha yeşil, ha mor” diye kestirip atar. Renklerden yoksun yaşantısında Félice, günlük hayatta yaptığı her şeyi görev olarak algılar.

Félice’nin tekdüze hayat algısına inat Clara ve Adriana, renklerini bulmaya çalışan iki kadındır. Özellikle Adriana, her defasında babası ona ait küçük dünyanın renklerini söküp almasın diye adeta kaplan kesilir. Annesini ve kendisini korumak için var gücüyle çaba sarf eder. Ayrıca kalıplara sıkışmış, sıkıcı yetişkin dünyasını annesiyle beraber yer yer renklendirdikleri sahnelere şahit oluruz. Örneğin, birkaç aileyle tatil için ortaklaşa gittikleri şehir dışındaki evde, çocuklar oyun oynarken evin kanalizasyonunda sıkışıp kalırlar. Tüm anneleri deliye döndüren bu tehlikeli oyun, Clara için gülünçtür. Clara, çocuklarına bağırıp çağıran annelere aldırış etmeden herkesi hortumla ıslatmaya başlar ve can sıkıcı bir olay adeta eğlenceye dönüşür. Bir süre sonra herkes afallayıp, Clara’yı ve anlam veremedikleri neşeli halini izler.

Aynı şekilde, tüm aile dostlarının bir araya toplandığı yemekte çocuklar, babalarının ceketlerinin ceplerindeki anahtarların yerlerini değiştirirler. Çıkışta arabalarını çalıştırmak üzere dışarı çıkan babalar, doğru anahtarları bir türlü bulamaz ve sağanak yağmurun altında sırılsıklam olurlar. Aynı yemekte Clara, sıkıcı yetişkin sohbetlerine dahil olamaz ve masanın altında oyun oynayan çocuklara katılır. Bu ailedeki tek “normal” kişi olduğunu iddia eden Félice’ye karşı içindeki çocuğu korumaya çalışan Clara… Yaşamın ve var oluşun yükünü ritimleriyle ve oyunlarıyla teatral hale dönüştüren anne Clara ve kızı Adriana… Nitekim annesine her öfkelendiğinde “Sen yetişkinsin” diye hatırlatmaktan geri durmaz.

Siyah beyaz görüntülerin yer aldığı ekranlarda Adriana, hayal dünyasıyla bu ekranları da renklendirmeyi başarır. Okul camlarından dışarı fırlatılan siyah-beyaz önlükler de bu renksiz yetişkin dünyasına ve ona ait kurallara vurgu yapılan bir diğer sahnedir. Göğüslerini saklamak için küvete ve denize tişörtüyle girmeyi tercih eden Adriana, yine tüm bu kimlik çatışmasının içinde aşk duygusunu keşfeder. Evlerinin yakınındaki sazlıkların arkasında kardeşleriyle beraber hayatın diğer tarafını keşfeder ve madalyonun öbür yüzünü görür. Sisteme ait olmayan göçebe bir topluluğun yaşantısına tanıklık eder.

Adriana ve kardeşleri Diana ve Gino, bu topluluğun derme çatma da olsa kurdukları düzenin içindeki mutluluklarına şahit olur. İlk defa sevmeyi, sevilmeyi sazlığın ardında öğrenir Adriana. Komünitedeki Sara’yla tanışır. Arayışı göklerde olan Adriana, Sara’yla birlikte dünyaya bir süreliğine de olsa kök salar. Arafta olan kimliği, Sara’nın varlığında sorun olmaktan çıkar. Filmde yoğun duygular vurgulanırken kırmızı rengi kullanılmıştır. Sara’yla Adriana’nın buluşma sahnesinde giydikleri kırmızı eşyalar gibi… Ev yeniden dekore edildikten sonra mobilyaların kırmızı seçilmesi gibi…

Önceki filmi olan “Land” ile 2011 yılında Venedik’te düzenlenen yarışmada jüri tarafından özel ödül alan Crialese’nin yaşamından esintiler gördüğümüz filmde; Clara karakterine Penelope Cruz, Félice karakterine ise Vincenzo Amato hayat vermiştir.

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu