Türk Edebiyatı’nda Bağdat Caddesi: Yusuf Atılgan ve “Aylak Adam”

Edebiyat seven bir insanın başına gelecek en güzel sürprizlerden biri de, hayatını geçirdiği yerlerin okuduğu eserde karşısına çıkmasıdır. Bağdat Caddesi ve civarı da eşsiz güzellikleriyle Türk Edebiyatı’nda geniş ölçüde yer bularak ölümsüzleşmiş, böylece okuyucular bölgeyi değişik bir bakış açısıyla gözlemleyebilmiştir. Sadece edebiyat mı? Eski yılların Bağdat Caddesi nice filmde, şarkıda, resimde karşımıza çıkıyor, böylece bölgenin geçmişiyle ilgili ayrıntılı bilgi edinilebiliyor.

Yusuf Atılgan’ın ölümsüz eseri Aylak Adam’ın da bir bölümü Bağdat Caddesi bölgesinde geçmektedir. Aylak Adam, yazarın ilk romanıdır. 1958 yılında Yunus Nadi roman ödülüne katılarak Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” eserinden sonra ikinciliğe layık görülür. İlk baskısı 1959 yılında Varlık Yayınları tarafından yayınlanır. Aylak Adam, topluma uyum sağlamada sorun yaşayan bir adamı anlatmaktadır. Romanda gerçek adı yazılmayan, sadece C. olarak bahsedilen bu adam, aile tarafından zengin olduğu için herhangi bir işte çalışmaya gerek duymadan, günlerini gezip dolaşarak geçirmektedir. C. içinde yaşadığı topluma kendisini tamamen yabancı hisseden bir insandır. Toplumun genel kural ve kaidelerini anlamlandıramaz, insanların gündelik yaşamlarındaki birçok işi içlerinden gelmeden otomatiğe bağlanmış gibi yapmalarını sık sık eleştirir. İş dünyası, insan ilişkileri, evlilik gibi çeşitli konulara ağır eleştiriler getirir.

Örneğin eserin Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan baskısına göre 41. sayfasında, “Kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı’ diye yazar. ‘İş avutur’ derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şöför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak!”

Evlilik hayatı da bu eleştirilerden nasibini alır. C.’nin Güler adında bir kız arkadaşı olur. Güler’in beklentisi evlenip yuva kurmaktır. C., Güler’i böyle hayallere kapıldığı için eleştirir, “Neden böyle kötümsersin?” diye soran Güler’e “Sen neden değilsin? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor” diye cevap verir. Bir diğer kız arkadaşı Ayşe’den bahsedilirken “Deminki sinemanın perdesi ardındaki evlerde yaşayanların sinema gürültüsüne, Naciye ablanın çocuk şamatasına alıştıkları gibi yoksa iki insan da birbirlerine alışıyor muydu? Gitgide, yakınlıkları yalnız kol kola yürümelerinde, aynı yatakta yatmalarında kalmış karı-kocalara mı benzeyeceklerdi? Dayanamazdı buna. Bir kurtuluş yolu olmalıydı” diye yazar. (s. 118)

C. sosyal hayatın getirdiği rutinlerden, bunun sonucu olarak kendi tabiriyle “eli paketlilere” benzemekten korkar. Akşamları alışveriş yapıp eş ve çocuklarla dolu bir eve dönülen bir yaşamdan daha farklısını arzular. (Hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek? Kim demiş? Başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhanede içecek. s.18)

Aslında hayata karşı bu genel soğukluğun ardında başından beri istediği gibi bir hayat yaşamamış olmasını görürüz. C.’nin çocukluğu kötü geçmiştir. Babası soğuk ve ilgisizdir. (“Hemen her gece babam eve girer girmez beni, teyzemle oynadığımız oyunlardan, masalların mutluluğundan ayırırdı. “Çocuğu yatır!” derdi. Büyük sevinçlerden büyük kederlere birden geçişi öğreniyordum.” s.121)

Teyzesini çok sever ama onun babasıyla gizli bir ilişki yaşadığını öğrenince hayatının en büyük hayal kırıklıklarından birini yaşar. Babasından nefret ederek büyür, öyle ki babası ondan ne isterse tersini yapmaya adeta yemin eder. (“İyi ki okumamı istemiyordu. Yoksa ona inat okumazdım.” s. 122)

Babası ölünce, ondan hatıra kalmasını istemiyormuşçasına birlikte yaşadıkları evi satar. Kavgacı bir çocuk olarak büyür, okulda sorunlar çıkarır. Askerde de sorun çıkarmaya devam eder. (“Hiç yoktan, tercümanlığını yaptığım Amerikalıyı dövdüm. Neden vurduğumu sordular. ‘Parmaklarını kütletiyordu’ dedim.” s. 124)

Çok az insanla anlaşabilmiştir. Hayatı boyunca özel, yakın bir ilişki kurabileceği birini arar. (“Milyonlarca kadın… İçlerinden bir teki!” s. 98) Onunla ortak bir noktada buluşabilecek, ruhuna hitap edebilecek kişi de romanda B. olarak gösterilir. B. de C. ile benzer bir hayata bakış açısına sahiptir ve benzer bunalımları geçirmektedir. Romanda bir tek onların tam adları verilmez. İkisinin yolları roman boyunca birkaç kez kesişir ama birbirlerini keşfedemeden teğet geçerler.

Romanda C.’nin dört mevsimi anlatılmaktadır. C., yaz mevsimini Bağdat Caddesi’ne yakın bir yerde geçirir. Romanda tam olarak semt belirtilmiyor. (“On gün önce Mirgün’den döndüğü akşam avukatı çağırmış, bu yaz Suadiye’de mi olur, Caddebostan’da mı, oralarda bir yerde kalmak istediğini söylemişti. Tutacağı ev denizden pek uzak olmayacaktı.” s. 92) C., Bayan Naciye adlı bir kadının küçük evine yerleşir. O sırada Bağdat Caddesi bölgesinin apartmanlardan ziyade müstakil evlerle dolu olduğu romandan anlaşılıyor. (“Demek Bayan Naciye’nin küçük evi buydu. Avukata, “-Bir de büyüğü mü var?” diye sormuştu. “-Evet. Onu pansiyon olarak işletiyor.” s. 91)

Plaj evin çok yakınındadır. C., sık sık plaja yüzmeye gider. Ayrıca civarda dolaşıp etrafını inceler. O yılların Bağdat Caddesi bölgesi romanda şöyle anlatılmaktadır. (“Burası da ötekilere benzer bir başka “Yazlık”tı. İşten dönenler, akşam gezintisine –değil, sürtünmesine- çıkanlar, korkunç gömlekli delikanlılar, bisikletlere binmiş şortlu kızlar, çevik bakışlı dedikodu arayıcılar, hepsi de bu otomobil kornalı, bisiklet zilli, ıslıklı gürültüde sanki sevinçliydiler.” s. 94)

Romanda o yılların Bağdat Caddesi’nin şimdikine nazaran daha tenha olduğu bisiklet sürenlerin çok olmasından anlaşılıyor. Nüfus daha az olduğu için tanıdıklara rastlamak da daha kolaydır. C., bu bölgede geçirdiği yaz boyunca arkadaşı Sami, onun ablası B. ile karşılaşır. B.’nin aradığı insan olduğunu o an fark edemez. Ama eski sevgilisi Ayşe ile de karşılaşır ve ikisi aralarındaki yanlış anlaşılmayı gidererek yeniden sevgili olurlar. Romanda Bağdat Caddesi bölgesi ile ilgili detaylı cümleler içinde yer alır. Evlerin bahçelerinin parmaklıklarına hanımelleri sarılıdır, insanlar salıncaklı iskemlelerden sallanmakta, evlerine girip çıkmaktadırlar. Sahil plajlarda doludur, insanlar denizle iç içe yaşar. Plajlarda çocuklar oyun oynar, büyükler gazete okurlar. (“İnsanlarda anlayamadığı bir şey de gazete okumalarıydı. Neden her sabah içlerini karartmak gereği duyarlardı acaba?” s.98)

Ayşe ile karşılaşması, C.’nin yazlık hayatındaki dönüm noktası olacaktır. Birlikte sık sık buluşup gezerler, yemeklerini de artık “Bayan Naciye”den “Naciye abla”ya evrilmiş ev sahibesinin pansiyonunda diğer kiracılarla birlikte yerler. Başlarda C., kiracılardan oluşan bu kalabalık topluluğa alışmış görünür, bunda Ayşe’nin de etkisi vardır. (“Yemeğini rahatça çiğniyordu. Değişmiş miydi? Sanmıyordu. Değişiklik yanında “o”nun oturmasıydı.” s. 104)

Ayrıca pansiyondaki yemekler ona çok sevgili Zehra teyzesinin yemeklerini hatırlatmaktadır. Ama çok geçmeden insanlardan kaçan tabiatı baskın gelir, başkalarından rahatsız olmaya başlar, yanında sadece Ayşe’nin olması onun için yeterlidir, çünkü aradığı kişinin o olduğunu düşünmüştür. Birbirlerinden farklı görüş ve zevklere sahip insanların ortak bir hayat kurmak için kendilerini zorlamalarını bir türlü anlayamamaktadır. (“Gene de dayanıyorlar. Çünkü birlikte yaşamak zorunluluğuna inanmışlar. İşte benim onlardan ayrıldığım buna inanmamam. Sıkıntımın da, sevincimin de kaynağı bu. gücün dayanmaktansa yalnızlığıma kaçarım. Bana tek insan yeter. Sevişen iki insanın kurduğu toplum.” s. 108)

Birlikte sık sık plaja giderler, Ayşe plajda “Kıyısında iki insanın seviştiği bir deniz” adlı tablosunu çizmeye başlar. C. “Resim biterse onu ancak ikimiz anlayacağız,” diye düşünür. Ayşe ile evlilik hayali kurmasa bile gelecek mevsimleri birlikte nasıl geçireceklerine dair hayaller kurar. Fakat dış toplum, onların kurdukları iki kişilik topluma hazır değildir. Ayşe ile C.’nin evlenmeden birlikte yaşamaları pansiyonun kiracıları tarafından çok yadırganır. Sonunda kiracılar Naciye Hanım’a onlarla birlikte yemek yemek istemediklerini bildirirler. Ayrıca ikisinin arasında da hayata dair görüş farklılıkları su yüzüne çıkmaya başlar. Ayşe, C.’nin “aylaklığından” şikayet ederek günlüğüne “Bütün suç onun aylak oluşunda, bari resim yapsa,” diye yazar. C. de Ayşe’nin günlüğünü okuduğunda onun beklediği gibi biri olmadığını görüp hayal kırıklığına uğrar. Ayşe hayalindeki mükemmel kadına, onunla ilişki de hayalindeki mükemmel ilişkiye uymamaktadır. (“Temmuz 23’ün yanına yalnız iki kelime yazılmıştı: “Onu seviyorum.” Buna da inanmadı. “Yalan! Beni sevseydin o günün 23 Temmuz olduğunu bilmezdin.”” s. 128)

Bağdat Caddesi bölgesinin kumsalları, Ayşe ile C.’nin aşklarının başladığı ve bütün coşkusuyla yaşandığı yerdir. Ayşe ile C.’nin aşklarının bitişi de yine C. denizdeyken gerçekleşecektir. C. onunla ayrılık konuşmasını yapmaya karar verirken Ayşe ondan önce davranarak ilişkiyi bir notla bitirir. Aslında C. içinde yaşadığı toplumdan o kadar tiksinmektedir ki, ilişkilerinde bu toplumun kalıplaşmış özelliklerine benzer en ufak bir nokta bulur bulmaz ilişkiden soğumaktadır. Bağdat Caddesi bölgesinin güzellikleri C.’yi bir süre oyalasa da onun iç sıkıntısından kurtulması için başka şeylere ihtiyacı vardır. Toplumun kurallarından arındırılmış bambaşka bir dünya ve hayat bulması gerekmektedir.

Aylak Adam, “Yaz” başlıklı bölümüyle 1950’li yıllarının Bağdat Caddesi, civarındaki yerleşmeler ve sahiline ışık tutmakta, sadece ölümsüz bir edebiyat eseri olmakla kalmayıp dönemin İstanbul’unu belgeleyen bir eser olarak ön plana çıkmaktadır. Günümüzde bölgenin ne kadar değiştiğini fark ediyoruz. Yine de insan, Caddebostan sahilinde gezerken kumsalda olmasa bile çimlerin üzerine bir Ayşe ile C. görür gibi oluyor. İleride yüzen kayıklara bakınca “Acaba C.’nin ilgisini çeken kayık hâlâ duruyor mu?” diye düşünüyor. Bölge, yeni Ayşe’lere tablolar çizmeleri, yeni C. lere de hayatı düşünmeleri için birbirinden güzel manzaralar sunmaya devam ediyor.

Kim bilir o zamandan bu yana toplumun kısıtlayıcı sınırlamalarından şikayet eden ve sunulan hayattan daha farklısını, daha gönlüne göre olanını arayıp bulmaya çalışan nice C. yürüyüp geçti bu sahillerden. Kimi aradığını buldu, kimi aramaya devam etti. Şimdi her şeyin daha karmaşıklaştığı bir çağdayız. Yoğun reklam kampanyaları bize aradığımızı vermeyi vaat ediyor ama yanlış hayaller peşinde koşarken gerçek aradığımızdan uzaklaşmamız tehlikesini de beraberinde getiriyor. İnsanlar internetle dünyanın dört bir yanına ulaşabiliyor, ama sürekli yeni şeyler isteyen tabiatı yüzünden mutluluğu yakalaması kolay olmayabiliyor. Aylak Adam birçok insanın aklından -bu kadar kötümser tonda olmasa da- geçirdiği şeyleri apaçık yazmasıyla klasikleşmiş bir eser. Aylak Adam’ı henüz okumadıysanız, 1950’lerin Bağdat Caddesi’ni (ve Beyoğlu, Karaköy gibi başka İstanbul bölgelerini) tanımanın yanı sıra eşsiz bir eserini daha tanımanız için okumanızı tavsiye ederim.

Sonat Ece KAYA

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu